Yemek Kritiği: Neden?

İstanbul gibi heyecanlı bir metropolitanda yaşıyoruz, koşuşturuyoruz, cebelleşiyoruz. Bu deli şehirde yaşamanın zorluklarının yanı sıra, bir çoğumuzun burada yaşamayı tercih etmesinin sebebi ise kuşkusuz bize vaat ettiği olanaklar. İstanbul'un 2010 Kültür Başkenti seçilmesi klişesi bir yana, gerçekten de Türkiye'nin kültürel ve sosyal anlamda en dinamik şehri, İstanbul. Gezeni tozanı, dolayısıyla da yemeğe içmeye para harcayanı çok var. Hatta, işte size bir klişe daha, ben lisedeyken cumartesi günleri buluşacak hoş bir cafe zor bulurduk. Nişantaşında Goody's vardı, sonra Keyif açıldı da bir nebze rahatladık. Hele Taksim'deki ilk McDonalds'ı kim hatırlamaz?? Üniversitedeyken, ki bu Akmerkez öncesi bir dönemdi, yeni yeni Amerikan zincir lokantaları açılmaya başlamıştı: Pizza Hut, Kentucky Fried Chicken... Bütün bunları söylüyorum, ne kadar uzun bir yol aldığımızı hatırlatmak için... Şimdilerde ise , ne kadar yabancı isimli olsa da, Kitchenette ve the House Cafe gibi, oldukça başarılı yerli lokanta zincirleri açıldı. Ama yine de bu blogu açmamın en başlıca nedeni, bir çok şeyde olduğu gibi yemek kültüründe de şişme bir yoğunluk yaşamamız. Yani evet çeşit çok, isim çok ama ya kalite? Bir lokanta ne kadar pahalı ise o kadar iyi yemek veriyor demek değildir, bunu zorda olsa deneyimlerimizden öğrendik sanırım. İstanbulda yemeğe harcanan para ile karşılığında aldığımız yemek kalitesinin epey orantısız olduğunu düşünüyorum. Veee kötü yemeğe bu kadar para vermeyin diyorum. Seçici olun! Sadece görmek, görülmek istiyorsunuzdur o başka... Ama iyi yapılmış, kaliteli bir yemek ve servis almak istiyorsanız, hepimiz daha eleştirisel davranmalıyız. Bu blogla ben başladım deneyimlerimi paylaşmaya, siz de eleştirilerinizle katılabilirsiniz... Aslı arkadaşım Mangerie hakkında yazdı bile...

Thursday, April 29, 2010

Maça Kızı, Bodrum


Maça Kızı'na tekrar tekrar geri döndük, çünkü bir kere iyiye alışınca insan geri dönmek istiyor. Sundukları servis, konfor ve yemek kalitesi gerçekten Bodrum'da neredeyse başka yerde yok. Neredeyse çünkü bir de The Marmara Bodrum'da en son bu kadar rahat etmiştik. Tek eleştirim, mekanın günü gününe uymaması. İlk günkü rüyayı, takip eden iki günün olayları tamamen bozdu. İlk gün sessiz sedasız huzur içinde bir dinlenme mağbedi olarak deneyimlediğiniz yer, ertesi gün orta yaşın üstü genç bayanların barda çıplak ayakla sarhoş dansları ettikleri, purolu beylerin de sırıtarak onları izledikleri bir happy hour for you, not so happy hour for me, mekanına dönüşmüştü. İnanamıyor insan, bu kadar çift karakterli bir yer olmasına! Yine de ısrarla ilk gün tadına doyamadığımız somon füme ve rengarenk biberli salatadan istiyor ve tabii istediğimizi alamıyoruz. Mutfakta kim yaptıysa ya o an orada değil, ya da bu güzel salatayı yaptığını mutfağın ve müziğin yüksek temposundan dolayı unutmuş, önümüze bildiğimiz yeşillik üzeri ızgara somon geliyor. Bakakalıyoruz tabii. Derdimizi anlatmaya çalışıyoruz tekrar ama müziğin yüksekliğinden garsonlar pek iyi duyamıyor galiba, bu sefer de yeşillik üzeri somon fümeli bir tabak geliyor. Haydaaa, nerede bizim o ilk gün yediğimiz somonları ince ince doğranmış, yeşil, kırmızı ve sarı biber şeritleriyle sanki rengarenk bir tagliatelleyi andıran bakmaktan yemeye kıyamadığımız salata. Uzun lafın kısası, çok ısrarcı olmamakta fayda mı var ne! Aynı boynuzlu burçtan olan arkadaşım ve ben üçüncü gün inatla yine o salatayı isteyip, bu sefer de yine farklı (enginarlı geldi bu sefer, allah inandırsın sizi) bir tabakla karşılaşınca, haa tamam deyip, mekana şizofreni teşhisini koyuverdik. Artık kendisiyle ancak sakin bir gününde rastlaşmak nasip olur inşallah diyelim...

Sunday, April 11, 2010

Zencefil


Zencefil, kesinlikle bir Beyoğlu klasiği... İstanbul yemek kültürü haritasında oturmuş tarzıyla, sebze ağırlıklı mutfağıyla hatta müdavimleriyle tam bir abide-i istikrar. Taze malzemelerle yapılan vejeteryan yemekleri ve günlük menüsüyle beklentilerin altına hiçbir zaman düşmeyen bir lokanta. Zencefile gidince nasıl bir lezzet alacağınızı, ne kadar ödeyeceğinizi, nasıl bir atmosferde yemeğinizi yiyeceğinizi bilirsiniz. Burada sadece yemekler ve müdavimleri değil, herşey kendine has bir dokuya sahip, mekanın tavanlarından, duvarlarına kadar...
Mekandaki entellektüel, öğrenci, sanatçı ve yabancı ağırlıklı müşteri kitlesi ve pek de o kadar harika olmayan servisiyle herşey alıştığınız gibidir. Sürprizsiz olduğu kadar bir o kadar da kaygısız, mutlak bir seçimdir Zencefil'de yemek yemek. Hesapla birlikte ağız tadlandırmak için küçük kaselerin içinde kişniş ve rezeneden oluşan bir karışım ve beyaz şekerle kaplanmış minik kişniş topları geliyor. Bu da elbette mevsiminde sebze ve türlü baharatlar kullanmakla tanınan Zencefil'e has bir ikram. Pırasalı kiş, ve balkabaklı tart her zamanki gibi mükemmel. Kısaca, insan bazen beklediğini bulmayı umuyor, umduğunu bulunca da, keyifli bir yemek yiyor.
Adres: Kurabiye Sok. No:8 Beyoğlu.

Smyrna, Cihangir


Cihangir'in en tanınmış cafe/ lokantalarından biri olan Symrna'ya aslında önce temkinle yaklaştım. Bu kadar geniş bir müşteri kitlesine hitap eden işletmelerin bir zayıf noktası oluyor; o da çok kişiye servis etmeye çalışırken orta düzeyde, özelliksiz yemek çıkartmak durumunda kalması. İşletme hem sabah, hem öğle, üstüne bir de akşam servisi verince, orta halli bir kafe mutfağının ötesine geçebilir mi diye endişeleniyor insan. Ne de olsa akşam yemeği her zaman daha iddialı bir servistir. Müşterinin bile, aynı mekana öğlen geldiğinde beklentisi daha düşüktür çoğu zaman. Akşam yemeğine çıkma ise bir ritüeldir. Giyinir süslenir öyle çıkar kişi. Yemeğinde de aynı özeni bekler. Biz de bir grup arkadaş perşembe akşamı Symrna'yı denemek istedik. Sonuçta, bir türlü soğuk servis edilemeyen şaraplar dışında, oldukça memnun kaldık diyebilirim. Yanımdaki arkadaşım tavuk kanadı istedi. Bu ciddi bir testi bana sorarsanız. Çünkü amerikan tarzı bu yemek ancak bir tek tadta olur ve o tadı da tavukları marine ederken ya yakalarsın ya da kaçırırsın. Tavukların acı sosu tam kıvamındaydı. Daha da iyisi yanındaki blue cheeseli sostu, tavuklar bitince alttaki patatesleri bile ona bandırarak küçük sos tabağını sıyırdık. Bu amerikan klasiğindeki tek eksik amerikan kereviziydi ki onu da Türkiyede yetişmemesi ve dolayısıyla da bulması zor bir sebze olduğu için, aramamıştık. Ben kendim ise daha önce de deneyip beğendiğim limon soslu levrek ve risottoyu ısmarladım. Benim için mutfaktaki istikrar da çok önemli. 1 ay önce yediğim bir tabağı beğenip, o lokantaya tekrar geldiysem aynı yemeği aynı kıvamda bulmak isterim. Symrna bu testen de geçti, balığım da son yediğim seferki gibi sosuyla gayet dengeli ve lezzetliydi. Tatlı da yedik ama ben şahsen lokantanın bu konuda biraz daha risk alması gerektiğini ve daha farklı tatlarla müşterilere hoş sürprizler yaratmasını umut ediyorum.

Friday, April 2, 2010

Play Cafe> Petit Pain

Maslak'da İstanbul Atlı Spor'un içinde çok şirin bir cafe var. Geçen haftaya kadar sadece sevimli garsonlarıyla munasebetimiz olduğu için bize ailecek çok da sempatik gelen bir yerdi. Ta ki kızımızın doğumgününü üst katta bir brunch büfesi eşliğinde yapmaya karar verene kadar. İşte o zaman Sahibi Elif Şen'le muattap olmak zorunda kaldık ve boyumuzun ölçüsünü aldık!! Hikaye çok uzun, ama tüm görüşmelerimiz sonundaki gerilim ensonunda patlayan olayla neticelendi diyebilirim:
Hanımefendi 40 kişilik doğumgünü davetini üst katta yapmamıza izin verip, sonra astığımız 8 adet balonu (kendi nefesimizle şişirmiş, kendi ellerimizle asmıştık) duvarlardan çıkarttırdı. "Bu isteğinizle bizi çok mutsuz edeceksiniz ama" dedim, prensip meselesi dedi, başka birşey demedi. Hayret ettim doğrusu, servis ektörünün haline bak!! İşletmenin sahibinin tuzu kuru olunca, müşterileri memnun etmek ya da daha doğrusu "kırmak" umrunda bile olmuyor anlaşılan! Tabii cafenin aşağı katındaki özel doğumgünü mekanını haftasonları kiralayarak zaten yok satıyor. Üst katta yapmamıza izin verdiği doğumgününde balonlarımızı çıkarttırıp, nevrimizi ailecek döndürmesine sebep olmuş, umrunda olur mu?
Neyse, herşeye rağmen, doğumgünü brunch'ımız iyi niyetli garsonlarımızın sayesinde, gerilimi atlatıp tatlı bir gün geçirmemizle sonuçlandı. Yemekler harikaydı ama korkarım krediyi kafeye veremeyeceğim çünkü hiçbiri orada yapılmamış; gözümle şahit olduğum üzere hepsi sabahtan koca koca kutular içinde Kavacıkta bulunan Petit Pain'den getirildi. Fesleğen kokulu zeytinyağı sürülmüş taptaze paniniler içinde biftekli ve tavuklu sandviçler, pestolu wrapler, enginarlı ve sebzeli kişler, peynirli börekler, bezeli limonlu mereng... Hımm, yine ağzım sulandı.
Evde davet verdiğinizde telefonla sipariş vermek için ideal. Seve seve bilgilerini paylaşıyorum:
info@petitpain.com
Kavacık Beykoz, tel no. 0216 680 0151/51

Monday, March 29, 2010

Delicatessen


Delicatessen'in İstinye Park, Tarabya Koleksiyon ve Tepebaşı'ndaki maceralarını izleyen bir takipçisi olarak en sonunda uygun yeri kendine Mim Kemal Öke'de bulduğunu sanıyorum. Delicatessen Nişantaşına pek yakışmış. Lokantanın Abdi İpekçi değil de bir arka sokakta yer alması bile Delicatessen'in sahibi gibi şaşadan uzak, alçakgönüllü karakterine uyan bir karar olmuş. Gelelim yemeklere... Önceki Delicatessen'lerden farklı ve kısıtlı bir menüsü olmasına şaşırdım doğrusu. Şarküteri ve peynir tabağı dışında menüden aynı kalan pek bir şey yok gibiydi. Biz tabii önden bir şişe harika soğuk rose şarap ve peynir tabağı isteyerek kendimizi epey tıkadık. Ama dört kişi gitmenin avantajlarını kullanarak kendi ızgara karidesli salatamın yanında, arkadaşların tabaklarından da tatma fırsatı buldum. Benim salata fena değildi, ama salatada bol ot ve ne kadar lezzetli olurlarsa olsunlar sadece 3 adet karidesin bulunması biraz can sıkıcıydı. Favalı enginar da iyiydi, bir kusur bulamam pişirilmesinde, yalnız servisinde yine bir çok lokantada yapılan hata yapılmıştı. Lütfen şu zeytinyağlıları dolaptan çıkarır çıkarmaz insanın önüne koymayın... Zeytinyağlıların dolaptan çıktıktan sonra bir süre bekletilip oda sıcaklığında sunulması gerekiyor, yoksa, zeytinyağının donukluğu sebzenin tüm tadını örtüyor. İç pilavlı levrek hoştu. İç pilavında hamsi kadar yoğun bir balık tadı tercih etmeyenler için ideal bir seçenek olmaya aday. Son olarak patates püresi ve biftek: eksiği fazlası yoktu doğrusu, evinizde bir akşam sizin de kolaylıkla pişirebileceğiniz bir tabaktı.
Tatlılardan da mini çukulatalı kek ve crumble yedik, onlara diyecek yok her zamanki gibi... Beni en çok sevindiren şarabımın hem soğuk hem de buz kovasında servis edilmesi oldu. fakat bardak boşaldıkça nedense gelip dolduran olmadı, kendi kendimize idare ettik. Sonuç, evinizde hissedebileceğiniz ve hatta ev yemeklerini biraz daha sofistike bir mutfaktan yiyebileceğiniz gayet rahat bir ortam kazandırılmış nişantaşına... Umarım bu sefer yeri kalıcı olur Delicatessen'in.

Saturday, March 20, 2010

Changa'da bir gece


Yılların Changa'sı... Bir lokanta çok uzun zaman açık kalınca,acaba zamanla enerjisini mi kaybediyor, yoksa biz mi gide gele alışıyor ve aynı hazzı duymaz oluyoruz? Hangisi tam emin değilim, ama Changa'ya son ziyaretim hiç de tad alma duyularımı uyaran bir deneyim olmadı. Daha çok tad duyularımın aklı karıştı diyebilirim.
Önden verdikleri taptaze mini bagellar ve lor peynirli zeytinyağı harika bir başlangıçtı. Menü aslında az ve öz tutulmuş (tadım menüsünü saymazsak.) Starter'lar 23-33 tl arasında değişiyor. Bunların arasındaki tek bir salata vardı o da somonluydu, hadi deneyelim dedik. Sosu bol limonlu, dolayısıyla oldukça ekşi, üzerindeki pişmiş somon parçaları ise hafif ılık olması gerekirken, yeni buzdolabından çıkmış bir kıvamda geldi. Ana yemekler 36-47 tl arasında değişince, bayağı istisnai bir şeyler bekliyorsunuz doğal olarak. Seçtiğimiz "Ördek konfit kaffir limelı pilav ve mürdüm erikli sos" 47 tl ve menüdeki en pahalı yemekti. Bir başka dikkatimizi çeken nokta yemeklerin içindeki malzemelerin menüde kalem kalem anlatılmasıydı. Dolayısıyla bu kadar farklı tadın bir araya gelmesinden oluşan bir lezzet ahengi bekler oluyorsunuz. Ördek butu güzel, dışı kıtır kıtır içi yumuşacık... Ama sanki tekrardan ısıtılmış gibi bir hali var. Garsona önceden danıştığımızda özel sosu içinde bekletilmiş olduğunu söylemişti ördeğin ama biz tüm gayretlerimize rağmen ete sinmiş bir sos tadı alamadık. Kaffir limelı pilav çok ilginç bir buluş olmuş. Pilava gerçekten çok yakışmış bu malzemenin tadı. Ama ördekle birliktelikleri pek başarılı değildi. Aralarında hiçbir uyum ya da tadsal ahenk yoktu, aynı tabakta ayrı dünyaların yemekleri gibiydiler... Yemek sonunda aralarından heyecanla seçtiğimiz tatlı loğuşa şerbeti soslu, beze oldu. Aman ne hayal kırıklığı! Ben ki loğusa şerbeti içerek , doğum sonrası 3-4 kilo almış biriyim... Beyaz bezenin üzerinde uçuk pembe, barbi pembesi hatta, bir karışım vardı, bu ne diye ısrarla sorduğumuzda loğuşa şerbeti cevabını aldık... ama ağzımızdaki tad başka şey söylüyordu. Sanki ekşi krema ya da süzme yoğurdu almışın, pespembe bir gıda boyasıyla karıştırmışın. Ve böylece geceyi, ağzımızda mayhoş bir tatla sonlandırdık. Hemen altımızdaki açık mutfağın havasına pek de yakışmayan bir akşam yemeği oldu, kısacası.
Tad/Fiyat oranı 2 Yıldız.

Monday, March 15, 2010

Mangerie



Ben Mangerie'i cok seviyorum.

Biliyorum, bazilari sundugu yemege gore pahali buluyor, ama bence, ortam, yemek, manzara, hepsi cok guzel. Girdigin zaman karsilastigin beyaza boyanmis, takim olmayan ahsap
mobilyalar, her biri birbirinden farkli masalar, masalardaki taze cicekler, icacici manzara, daha oturmadan mutlu ediyor insani. Butun garsonlar kadin. Simdi dusunuyorum da, feminin bir ortam aslinda. Ferah ama sicak, kucaklayici.

Menu cok genis degil - yani bazi yerlerdeki gibi hem Cin, hem Japon, hem Hint, hem Tex-Mex, hem kebap yok. Hatta, belirli bir memleketin cuisine'i bile denemez buradaki yemeklere. Bu yemekler, belli ki yemek kulturu genis olan, menusu hakkinda dusunmus olan birinin menusu oldugu belli. Gun boyunca kahvaltiliklar var, ayrica sandvicler, salatalar ve sicak yemekler
var. Ama yemekler ozel.

Bir kere taze ve ozel urun kullanmaya ozen gosteriyor. Yoresel malzemeler kullaniyor. Bugun arkadasimla gittigimizde, bir Peynirli Focaccia paylastik. Icinde 3 ya da 4 ayri cesit peynir vardi (kusura bakmayin, bloglamada acemiyim daha, yazmayi akil edemedim, ama bir daha ki sefere daha dikkatli olacagim). Izgara edilmis focaccia ekmeginde (izgaranin tutsu kokusu tam kivaminda sinmisti ekmege) peynirler, kozlenmis kirmisi biber, ispanak ve zeytin yagi. Cok guzeldi.



Ayrica menusunu gelistiriyor. Benim cok sevdigim izgara salatasi vardi eskiden. Marine edilmis tavuk, kurutulmadan izgara edilip, verevine ince dilimlenmis, taze otlarla yesillikler uzerinde. Ama, yesillikler tam kivaminda soslanmis, sos sadece uzerinde gezdirilmemis, tamamiyla karistirilmis. Nefisti. Ancak ne yazik ki, benim sevdigim salata artik menude yokmus. Onun yerine Tabbouleh'li Tavuk Salatasi vardi. Uzulerek onu aldim, ama eskisinden daha iyi olmus.
Tavuk ve salata eskisine cok benziyor, ama ustune koftelik bulgur ve tarcin ile yapilmis bir tabbouleh (kisirin daha yesillikli ve baharatlisi) konmus. Daha derin ve komplike bir lezzet vermis salataya.


Ancak, Mangerie'nin akilli sahibi bazi seylerle oynamiyor. Brownie'si. . . ahh, brownie'si. Ben uzun yillar (cok uzun yillar!) Amerika'da yasadim. Brownie'nin nasil bir sey olmasi gerektigini iyi bilirim. Bu kesinlikle, ama kesinlikle, Istanbul'un en iyi brownie'si. Icine ceviz veya findik gibi kivam bozucu seyler koyarak safligi bozulmamis, sadece cikolata tadini daha intense yapmak icin icini beyaz cikolata parcalari koyulmus (beyaz cikolata sevmem demeyin, gidin once tadina bakin), olaganustu, orgazmik bir brownie bu. Mutlaka ve mutlaka deneyin.

Ickilerle kahvelerle 118 TL hesap geldi. Tamam, ucuz degil, ama bence value for money acisindan Istanbul'un en iyi adreslerinden biri.

Sunday, March 14, 2010

Big Chefs

Ortam, dekorasyon mükemmel. İçeri girer girmez ısınıveriyorsunuz. Yemek kitabını andıran, harika fotoğraflarla bezenmiş menü hem iştah hem de beklentileri kabartıcı. Menüyü tetkik ederken, gerçekten ağzımız sulandı. Yemeklerin fotoğrafları oldukça profesyonelce çekilmiş. Menüdeki geniş seçenek bizi biraz şaşırttı. Big Chefs gibi bir isme sahip bir lokantanın daha gurme dolayısıyla da daha spesyalite bir menü ortaya çıkarmasını beklerdik. Halbuki Big Chefs'deki menü her telden çalıyordu. Birlikte gittiğim arkadaşım da bunu fark etmiş olacak ki, bunun iyiye işaret olamayacağını belirtti. Gerçekten de, menünün her bölümü ayrı bir spesyal mutfağı önerircesine zengindi. Yani çeşit çeşit etleri görünce, kendinizi Dükkan'da zannedebilirdiniz. Ya da Pasta kısmındaki seçenekler sizi İtalyan lokantasına gitmiş olduğunuz hissini uyandırabilirdi. O kadarla da kalınmamış, hint ve çin mutfağından da örnekler sıkıştırılmıştı. Önden ısmarladığımız appetizer samonlu avocado idi. Konuşmaya daldığımızdan geç kalındığını fark etmedik önce. Karnımız zil çalmaya başlayınca ise, sofraya ekmek ve zeytinyağ dahi henüz konulmadığını fark ettik. Şef garson da oldukça dikkatliydi ki, biz uyarmaya kalmadan kendisi gelip özür diledi ve samonlu avocado iki dakikada önümüzdeydi. Avocadonun olgunluğuna diyecek yoktu, ve tam kıvamındaydı. Ama üzerindeki samon parçacıklarının kıvamına bir anlam veremedim doğrusu. Pişmiş desem değil, smoked desem değil, iki arada bir derede çiğ ile hafif ateşte çevrilmiş kıvamındaydılar ve tarafımdan direkt kenara itildiler. Ismarladığım tavuk tikka ise tam bir düş kırıklığı idi. Hint tikka masala sosuna uzaktan yakından benzemeyen, mürdüm erikli bir de side sosu olan, fazla pişmiş yasemin pilavıyla gelen tavuğu aç olduğum için sonuna kadar yedim bitirdim. Sonuçta, kötü değildi ama tikka chichen da kesinlikle değildi!!
Kısaca Big Chefs, çeşitli mutfaklardan gurme seçenekler sunacağına, her mutfaktan orta karar biraz da özüne sadık kalınmadan tarifleri uygulayan, yemekleri açısından özelliksiz bir lokanta olmuş. Dediğim gibi yemekler kötü değil, ama beni tanıyan bilir, ben yemeğimin adı neyse onu yemeyi severim:-)Casual gece çıkmaları için tavsiye ederim, özel birşeyler beklememek kaydıyla. Yemek/kalite: 3 Yıldız
SS

Da Mario

Kuşkusuz İstanbul'un en istikrarlı lokantalarından biri. Bu kadar uzun zaman açık kalmasının ardındaki sebep de bu istikrarıyla, belirgin bir kitleyi kendine müdavim etmiş olması. Her hafta muhakkak bir gün Da Mario'da yemek yiyen müdavimleri var... Fiyatlar yüksek. Makarnalar (pasta) 35-100 tl civarında değişiyor. Ama kullanılan her malzeme taze ve leziz, dolayısıyla da fiyatı yüksek olsa da dışarı da yiyebileceğiniz en iyi makarnayı yemiş oluyorsunuz. Menudeki en popüler seçeneklerden biri lobster fettucine (100tl.)Tabii bu fiyata, lokasyon, ambians ve servisin de dahil olduğunu unutmamak gerekiyor. Bir haftaiçi akşamı gittiğimizde giriş katında 15 masa varsa, en az 10u bundan ısmarlanmış gözüküyordu. Ben şahsen deniz ürünlü salata yedim, nefisti. Bütün farkı yaratan malzemelerin tazeliği ve bunların kullanılan sosla uyumuydu . Tatlı olarak, dondurma ve sorbe yiyelim dedik. I-ıh!Üzeri buzlanmış sorbe ile hafif bayatlamış dondurmayı (sözde home-made) da Mario'ya yakıştıramadım. Dikkatli seçimler yapmak kaydıyla tavsiye ederim. Fiyat/kalite oranı 3 Yıldız.